Fenerbahçe Aylık Resmi Dergisi Röportajlarım
  • Fazıl Say/Fenerbahçe Aylık Resmi Dergisi Ocak 2007 - 16/12/2009
  •  

     

     

     

    O TUŞLAR ŞİMDİ SARI-LACİVERT 
       

    .
    Dünyanın en iyi piyanisti unvanını almış değerli sanatçımız Fazıl Say, piyanonun tuşlarına bu kez Fenerbahçe için hazırlayacağı 100. Yıl projesi için dokunacak ve doğuştan bir Fenerbahçeli olarak besteleriyle bizleri onurlandıracak. Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’na ve oradan da tüm Türkiye’ye yayılacak havayı şimdiden soluyabiliyorum.

     

    Öncelikle çok şanslıyız; doğuştan da sonradan da olsa özümüzde Fenerbahçeliyiz ve herkese nasip olamayacak 100. yılımızı görebileceğiz. Bir yandan biz taraftarların bir diğer şansı da, gurur kaynağı Fazıl Say gibi ayakta “Bravo” sesleriyle alkışlanan, dünyanın en iyi piyanistine sahip olmamız. Bu bizler için çok özel ve güzel bir şans, bir gurur, bir onur...
    Kendisiyle karşılaşmamız, Fenerbahçe’den ve projesinden, hayatından konuşmamız  muhteşemdi. Onu anlatmak çok kolay olmasa gerek. Röportaj için bulunduğumuz mekan Fazıl Say’ın eviydi. Bir an evvel içeri girip o muhteşem insan ve piyanolarıyla tanışmak istiyorduk. Kızı Kumru’nun da bizi Fenerbahçe formaları ile karşılaması ise ayrı bir sürpriz oldu.

    Fazıl Say yılda 100-120 konser veren bir kişi. Türkiye’de bulunduğu zaman dilimi ise çok çok az. Kendisindeki Fenerbahçe sevgisinin büyüklüğünü bir kez daha göstererek değerli zamanını bize ayırdı. Kendilerine ve bize çok çok yardımcı olan Menajeri Kadir Dursun Bey’e dergimiz adına saygı ve sevgilerimizi iletiyorum. Ayrıca tüm Fenerbahçelilerin 100. yılımıza girdiğimiz bu Ocak sayısında yeni yılı sevgi ve saygılarımla kutluyorum.


    Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz  Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki siz nasıl Fenerli oldunuz Fazıl Bey?


    Fenerbahçeli bir aileden gelmekteyim. Doğuştan Fenerbahçeli sayılırım; fakat  6-7 yaşlarındayken bir gün evde yalnızdım televizyonda Fenerbahçe - Galatasaray maçı vardı. Tek başıma onu izledim. Fenerbahçe 2-0 yenmişti. Kendi kendime bu maçı kim kazanır diye heyecan yaşamıştım. Ama Fenerbahçemiz yenmişti ve ben çok sevinmiştim. Fenerbahçeliliğim, yaşım ilerledikçe perçinleşti.


    Doğumunuz ve çocukluğunuz Ankara’da geçti. O zaman maçları takip edebiliyor muydunuz?


    Evet, Ankara 1970 doğumluyum. Benim çocukluğum zamanında Fenerbahçe takımında Cemil vardı. Onu hatırlarım. Babamla ilk maça gittiğimde Cumhurbaşkanlığı Kupası maçıydı. 15 yaşıma kadar Fenerbahçe Ankara’ya geldi zamanlardaki tüm maçlara gittim. Fenerbahçe’nin Gençlerbirliği ve Ankaragücü  ile yaptığı maçları bunun yanı sıra Fenerbahçe-Galatasaray, Fenerbahçe-Trabzonspor maçlarını da çok seyrettim. O yıllarda starlar Selçuk ve İlyas’tı. Sonradan 17 yaşımda Almanya’ya müzik eğitimime devam etmek üzere gidince gelişmeleri uzaktan takip etmeye başladım.


    Fenerbahçe Spor Kulübü’nü değerlendirirsek neler söyleyeceksiniz?


    Son 5-6 yıldır Fenerbahçe çok büyük gelişmeler kaydetti. Türkiye’nin en iyi futbol takımına sahip şu anda. 90’lı yıllarda bir Galatasaray hegamonyası vardı. Fenerbahçe oynadığı futboldan memnun değildi. Son 3-4 yıldır en iyi oynayan takım olduk. Diğer branşları çok iyi takip edebildiğimi söyleyemeyeceğim ama başarıları duyuyorum. Kulüp olarak mükemmel. Stat, Avrupa’nın en iyi statlarından biri. Tribünün farklı yerlerinden sayısız maç izledim. Kale arkası, yan taraflar, protokolden seyrettiğim de oldu. Stadımızda tribünler sahaya yakın, seyirci müthiş organize. Sosyal yönden de çok büyük gelişmeler var. Eskiden küfür çoktu. Maça da etkisi olmuyordu. Şimdi karşı taraf topu aldığında 50.000 kişi ıslık çalıyor. Bu bir yankı, bu bir efekt, 12. kişi dedikleri bu olsa gerek. Diğer branşlardan basketbolu çok seviyorum fakat hepsine yetişip takip etmem güç oluyor.

     

     

     


    Maçlarda tepkileriniz nasıl, bir anınızı anlatabilir misiniz?


    Hiç unutamadığım Fenerbahçe- Galatasaray maçı vardı ki bir şampiyonluk, bir düğün gibiydi. Yıl 1982-1983, Galatasaray 4-1 öne geçti, ağlıyordum sonra 4-4 oldu. Sonra o sene Fenerbahçe şampiyon oldu. O maç benim duygularımın yukarı aşağı çıktığı bir maçtı. Sonra bir maç daha vardı; 3-0 yenikken  4-3 yenmiştik. O sırada Almanya’da öğrenciydim. Fenerbahçe- Galatasaray maçları çok farklı. Dünyanın en büyük derbilerinden biri. Kaçırmamaya çalışıyorum. Son derbi maçını da aldık. Birinci yarıyı önde kapatmamız mutluluk vericiydi.


    Spor programlarıyla aranız nasıl takip edebiliyor musunuz?


    Çocukluğumda daha çok takip ediyordum. O zamanlar spor programları bu kadar çok değildi. Pazar akşamları bir program vardı yalnızca. Televizyonlarda maç falan da yoktu. Haftalık olan bu programı ailecek iple çekerdik. Bugün maalesef o düzeyde program yok. Ne zaman açsak tartışma programları olarak çıkıyor karşımıza.


    Herkesi peşinden sürükleyen futbol sizce nasıl bir spor?


    Psikolojik yönü var mı bilmiyorum ama çok zevkli bir oyun. İyi futbol oynamak önemli, estetiği olan bir şey, çok heyecanlı bir spor. Sadece kulüp futbolu değil Dünya kupalarını da çok seviyorum kimi dostum var sadece kulübü seviyor. Ben Dünya kupalarına da giderim. Japonya’ya da gittim. Bu sene de hepsini televizyondan izledim. Dünya Kupası hastasıyım.


    Birebir sporla aranız nasıl?


    Maalesef konserden konsere koşturmaktan spor yapmaya fırsatım olmuyor.

    Sizde iz bırakan futbolcular?

    Benim en değerli futbolcularım Maradona ve Zico’dur. Benim Zico yazılı formam bile var. Onlar benim sevdiğim ilk futbolcular. Yenildiklerinde ağlardım.


    2006-2007 futbol kadromuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?


    Kadroda son gördüğüm kadarıyla Palermo, Galatasaray ve E. Frankurt maçlarında oturmuşluk başlamış. Hızlı kombinasyon var, şu hale Eylül ayında gelinseydi Şampiyonlar Ligi’ne de kalırdı, orada da başarılı olurdu. Çünkü rüzgar gibi oynadılar. Benim gördüğüm tam bir takım futboluydu.


    En beğendiğiniz  futbolculardan biri  olan. Zico’yu teknik direktör olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?


    Hücum futbolu oynatan bir teknik direktör olarak güzel bir felsefesi var. Orta sahada hücuma tamamen açık  Bu çok güzel. Palermo ve Frankurt maçlarındaki görüntü doğruysa  ve eğer bunlar kuvvetli takımlarsa bu görüntü çok iyi. İki ay kaybedildi. Yeni bir şeylere alışmak 3-5 ay sürüyor. Sabretmek lazım, beklemek lazım. “Zico gitsin.” diye sözler vardı. Bunu çok yanlış buldum. Daum’la ilgili de böyle söylentiler çıkmıştı. Bu tip davranışları hatalı buluyorum. Örneğin biz Fenerbahçe 100. Yıl projesi için 15 prova yapacağız. 1. provada “olmuyor” demek yanlış olur, panik yaratırsak başarıyı yakalayamayız. Sabretmek lazım.


    Müzisyen ve sporcuların ortak ruhu neler sizce?


    Bence pozitif olabilmek, üretmek. Pozitif oldunuz mu her şeyi daha iyi yaparsınız. Ekstra bir güç gelir. O güçle birlikte iyiyi yaratmak kolaylaşır. Bence Tuncay gibi büyük bir futbolcu bazen hiç de istekli oynamıyor. Adeta pozitif güç yanında değil. Pozitif enerji yüklü olduğunda ise çok fark ediyor. Bir 90 dakika koşturan Tuncay var, bir de ayağıyla topu tesadüfen taca atan. İnsanoğlu böyledir. Önemli olan o enerjinin iyi bir yaratıcılığa dönüşmesi.


    Gelelim herkesin merakla beklediği 100. Yıl projenize. Teklif kimden geldi?


    Aziz Yıldırım Bey beni aradı. Çok heyecanlandım ve çok güzel şeyler yaparım diye düşündüm. Projemiz çok büyük kadrolu bir proje. 100 kişilik bir senfoni orkestra var. Bir o kadar da 100 kişilik bir koro var. Bu çok sesli koro. Envai çeşitte solistimiz olacak. Şimdilik bu isimleri gizli tutalım. Çok büyük bir kadro bu ve sadece marş değil, çok bölümlü. Benim yapmak istediğim, önemli olan da Fenerbahçeliliği anlatmak, heyecan duymayı sağlamak ve futbolu, branşları müzikle özdeşleştirmek. Çok güzel bir proje olacak. Bu konuda fazla bilgi aktarmak istemiyorum. Sürpriz olarak 100. yıla damgasını vurmalı.


    Sahne düzeni ile ilgili ilginç projeler var mı?


    Belki sahneye iskeleler kuracağız ve bir futbol maçını spikerle anlatacağız. Sürpriz  bölümler var; insanların seveceği bir proje olacak. Eminim ki sonra statta da çalar, taraftarların söyleyebileceği şeyler olur.


    İlk konserler nerede ve ne zaman başlayacak?


    Mart ayında… Öncelikle İstanbul Lütfü Kırdar’da, sonra Ankara ve İzmir Efes’te yapılacak.


    Müziğe olan tutkunuz 3 yaşınızda başladı. Bu gurur verici başarıya giden öykünüzü bir de sizden dinleyelim...


    Üç yaşımda oyuncak enstrümanlarımla başladım. Radyodan dinlediğim müzikleri aynen çalabiliyormuşum. Org çalıyordum. Önceleri piyanom yoktu.


    İlk piyanoya ne zaman sahip oldunuz?


    Varlıklı bir aile değildik. Müzik derslerine başladığımda 5 yaşımdaydım. İlk piyanoya o zaman sahip oldum. Bir duvar piyanosuydu. İnsanların ön yargıları vardır; piyano olan ev zengindir diye. Birçok orta direk aile de sahip olabilir aslında.


    Anneniz eczacı, babanız yazar. Babanız aynı zamanda dergi çıkarıyordu. Sizi kim keşfetti?


    Müzisyen bir aile dostumuz olan obuacı Ali Kemal Kaya beni keşfetti. Ailemizde müzisyen yoktu. Ali Kemal Kaya Bey beni Mithat Fenmen’e götürdü. 1982 yılında Mithat Bey vefat edene kadar kendisiyle 6 yıl çalıştım. Bu dönem içinde piyano, solfej ve teorinin yanında bestecilik çalışmalarımız oldu. Sonra konservatuara girdim. Oradaki hocam Kamuran Gündemir’di. Ankara Devlet Konservatuarı’nda üst düzey seviyede çalabildiğim için 1. sınıftan 5. sınıfa atladım. 17 yaşımda da üniversite mezunu olarak ayrıldım. Sonra Almanya’da Düsseldorf şehrine DAAD bursuyla gittim. 4 yıl daha eğitim görerek en yüksek dereceyle mezun olduktan sonra Berlin’de müzik akademisine hoca oldum. 1994 yılında Avrupa 1.si oldum. 1994 yılı kariyerimde dönüm noktasıdır. Genç konser artistleri arasında Avrupa Yarışması’nda birinci olduktan sonra, 1995 yılında New York’da yapılan kıtalararası yarışmada dünya birinciliği aldım. Newyork’a taşındım. Radio France Beracasa Vakfı, Paul A. Fish Vakfı, Boston Metamorphos Orkestrası, M. Clairmont Vakfı gibi kuruluşlardan ödüller aldım.


    Çok sık konserleriniz oluyor albümleriniz tüm dünyada satıyor…


    Konser hayatım çok yoğun bir tempoyla devam ediyor. Yılda 100-120 konser veriyorum. Gitmediğim ülke kalmadı. Müziğin olduğu her ülkeye gittim. Yıllar içinde çok satan CD’lerim oldu. Besteler, ödüller oldu. 14 adet albümüm var, bir de Türkiye’de yaptıklarım. Japonya’da kendi kendine üretilen CD’ler var. 20-30 CD ödülü var. Bunların en önemlisi ECHO ödülü.


    Bir müzik adamı alarak neler dinlersiniz ve bir besteyi dinlerken nasıl bir ruh hali içine girersiniz? Hataları fark ederek mi yoksa kendinizi dinlemeye kaptırabiliyor musunuz?


    Klasik dışında caz severim, folklor, türküler. Türkülerden Aşık Veysel, Dünya müziklerinden Hint, Afgan müziği, Sting, Elton John, Björk. Bunları tutkuyla dinlerim. Dinlerken onlardaki muazzam güzel sesleri, renkleri ve arka plan beni besteci olarak çok ilgilendiriyor. Arkada hangi enstrümanlar var, az duyulanlar... Onlar ne çalıyor, nasıl çalıyor, orkestra ile mi yapılmış akustik mi... Teknik olarak dinliyorsunuz ama o da bir zevk. Bir müddet sonra hepsini ezberlemiş olarak dinlemek daha zevkli hale gelebiliyor.

     

     


    Beğendiğiniz Türk müzisyenler?


    Çocukluğum da Mahzar Fuat Özkan’ı beğenirdim. Sonra Zuhal Olcay, Sertab Erener beğendiğim sesler arasına girdi. Arabesk sevmem.


    Piyano sizin neyiniz ?


    Piyano çalarken bir organım benim!


    Bugüne kadar solist olarak davet edildiğiniz orkestralardan en çok hangisi ile çalışmak sizi etkiledi? ( New York Filarmoni, Philadelphia, Detroit, Paris, Milano, Prag, St. Petersburg, Münih, Tokyo, Zürich ve Sydney... )


    Hepimiz en iyi şekilde çalmaya çalışıyoruz. Her sene 20 tane büyük orkestrayla konserler oluyor. Dolayısıyla hepsiyle dost olduk. Ayrım yapmıyorum. Hangi konser pozitif geçiyorsa o başarılıdır benim için. Orkestrayla beraber çalarken bir takım ruhu oluşturuyoruz. Uyum içinde müzik üretiyoruz.


    Sizin için üretilen Bösendorfer marka “bilgisayara endeksli” konser piyanosu ile tek başına dört el seslendirmesini uygulayan bir piyanist olarak bu konuda bilgi verebilir misiniz?


    O benim projemdi. Stravinsky’e ait “Bahar Ayini” bestesini çalmıştım. Çok zor ve titiz çalışılması gereken teknolojik bir projeydi. İki piyanist yan yana oturup dört elle çalınıyordu. O benim en sevdiğim eserdi ama maalesef tek başına yapılamıyordu. Çözüm olarak o yıllarda, 1998’de ilk defa üretilmiş bu piyanoyu denedim ve “geliştirebilirsem yaparım” dedim. İki elinizle çalıyorsunuz. Önceden onu kaydediyor sonra tekrar öbür iki elle çalarak dört elle çalma olayını yakalamış oluyorsunuz. Tuşların 14 milyon rengi var. Bilgisayar tüm sesleri ayarlayabiliyor. Saniyeyi kırk bine bölebilecek kadar hassas. O piyanoyla çok turne yaptım. Çok pahalıya mal olan bir projeydi. Teknisyenleri beraberimizde götürmek durumunda kalıyorduk. Kendi kendine hareket eden tuşları kameralarla gösteriyorduk. Enteresan bir projeydi.


    Dünyanın beş kıtasında konserden konsere gidiyorsunuz. Yaşadığınız birçok olay ve anı var... Aklınıza gelen bir tanesini anlatır mısınız?


    Japonya’da Toyama diye Çin tarafına bakan bir kent var. Bir konser içi Toyama’ya gitmiştik. Konser bitti, üç tane Türk yanımıza geldi. Dediler ki;  “50 yıldır burada yaşıyoruz. Bir Türk köyümüz var 150 Türk’üz.” 1960’lı yıllarda gelmişler. “Aman ne kadar güzel, ne hoş” dedik. “150 Türksünüz ama burada 3 kişisiniz. Diğer 147 kişi nerde?” dedik. “Sevmezler bu müzik türünü ama bir keresinde İbrahim Tatlıses’i kendi paramız ve organizasyonumuzla getirdik 150’miz de dinlemiştik” dediler.  Olay Japonya’ya kadar yansımış. (Gülüyor)


    Bir Türk besteci olarak uluslararası platformda tanınıyor olmak, popüler olmak nasıl bir duygu?


    Doğru anlaşıldıkça güzeldir. Önemli olan doğru anlaşılır olmak. Dengesizlik oluşmamalıdır. Türkiye’de ileri derecede popüler olanlar hamur gibi medya tarafından yoğruluyorlar. Arada bir fikirlerimden dolayı beni de eleştirenler oldu. Haklılardır belki ama saygısızlık asla yok. Diğer ülkelerde de hep saygıdır. Bizden beklentiler fazladır. Çok prestij bir meslek, disiplin gerektirir. Çocukluktan kalma bazı şekilcilikler oluyor saniyede 30- 40 nota çalıyorsunuz özellikle başkalarının eserlerini çalarken çok dikkat etmek gerekiyor.


    Fenerbahçe 100. Yıl projesi dışında gündemde yeni projeleriniz var mı?


    Konserlerimin yanı sıra yoğun bir biçimde yurt dışında Avrupa, Asya ve Türk film müzikleri yapıyorum. En son bir Japon çizgi film müziği yaptım. Bayağı iddialı bir yapım oldu. Daha Amerika’dan teklif çıkmadı ama çıkarsa benim için ilginç olabilir.


    Sürekli konserden konsere seyahat etmek durumundasınız. Türkiye’ye geldiğinizde neler hissediyorsunuz?


    Ben evde az kalıyorum, ayda 3-5 gün. Kızım Kumru burada, onu görüyorum. Burası zaten dinlenme yerim oluyor. Fazla çıkmıyorum evden. Maç falan olursa giderim. Burada da konserler oluyor. Bazen kızımla play-station oynuyoruz. Kızımın resme merakı var. Çok güzel resim yapıyor. İlkokul 1. sınıfa devam ediyor. Ödevleri oluyor. Piyano merakı yok ama iyi bir kulağı var; oturup çalmak istemese de.


    Dünyanın her yerini gezmiş biri olarak tercih ettiğiniz ülke mutfakları?


    İyi yemek önemli. En sevdiğim mutfak başta Türk mutfağı olmak üzere, Hint, Asya, Japon mutfakları. Avrupa’da ise İtalyan mutfağını tercih ederim.


    En beğendiğiniz çalışma hangi besteniz oldu?


    Nazım Hikmet Orotoryası, Aşık Veysel’in Kara Toprak. Kara Toprak’ı artık bütün dünya tanıyor, ben de her konserimde çalarım. Şu an aklıma gelenler bunlar.


    Fenerbahçe Dergisi’ni okuyor musunuz? Bizlerden beklentileriniz neler?


    Çok kaliteli, dolu dolu, süper bir dergi. İçeriğinde spor dallarıyla ilgili ve aktüalite bilgi içeren sürü konu var. Sadece futbol değil yani.


    Fenerbahçe Dergisi okuyucuları için mesajınız var mı?


    Bilinçli taraftar olmak çok önemli bence. Taraftar yıkıcı değil yapıcı olmalı. 100 yıldır yaptıkları gibi bu yıl da takımlarını desteklesinler… Tüm Fenerbahçelilerin hem 100. yıllarını hem de yeni yılını kutlarım.

     

    Fenerbahçe Aylık Resmi Dergisi:Ocak 2007
    Röportaj Sibel Kurt

    Fotoğraflar Serkan Hoşgör

     




    Site Haritası
    Ziyaret Bilgileri
    Aktif Ziyaretçi1
    Bugün Toplam27
    Toplam Ziyaret209817
    Resimler
    Yazılarım
    8 Mart Kadınlar günü Organizasyonu